-->

Translate (Hadi çevirelim)

29 Mayıs 2015 Cuma

NİHAYETSİZ UYKU


 Güneş tepelerin ardından kızıllığı yararak yükseliyordu. Yeni yeni canlanan ayçiçekleri uykudan uyanıyor, tüm saygısıyla güneşe secde ediyordu. Ay gökyüzünde hükümdarlığını kaybetmiş, tüm ihtişamıyla etrafı aydınlatan  güneşe ''benim vaktim  doldu'' diyordu.

     Salih de uykunun güzel naif kollarında kendini cennette gibi hissediyor,  rüyalar hiç bitmesin  istiyordu. Birden telefonu ambulansın acı çığlığı gibi kulak zarını patlatırcasına çaldı. Uykunun verdiği sarhoşlukla gözlerini açmadan  eli  telefonunu aradı durdu. İkinci defa çaldığında gözlerini açtı. Yüzü turşu yemiş gibi ekşimsi bir haldeydi. Kan çanağına dönmüş gözleri odada boş boş adımlar atıyor,  küf tutmuş duvarları yalıyordu. Yıkık dökük,  kah boyalı kah boyasız duvarların kendisinde  küfredercesine bakışına mana vermeye çalışıyordu. Birden telefonunun çaldığı beynine hücum etti. Elini  kenarları hafiften eskimiş, girintili çıkıntılı yüzeye sahip sehpanın üzerine uzatırken  telefondan gelecek acı haberi tahmin etmek bir yana aklının ucundan dahi geçirmiyordu.Arayan isme bakmamaya çalıştı her zamanki gibi onu sesinden tanımaya çalışacak tanıyamazsa kendine ceza verecekti. Nasırlaşmış ellerinin içine telefonu alırken binlerce çizginin anlamsızca ellerinde dağılışına hayretle baktı.  Telefonun tuşuna hafif bir dokunuş kondurarak hemen esmer teninden nasibini almış kulağına götürdü.

-Efendim.

-Oğlum Salih! Ben Cemalettin Emmin köyden.

- Buyur Cemalettin Emmi.

- Oğlum nasılsın iyice misin?

-İyiyim emmi çok şükür.Sen nasılsın?

-Bende iyiyim şükürler olsun da saa bişi diyecem emme.

-Emmesi ne Camalettin emmi.

-Oğlum sakin olasan, metanetli olasan, bilirsin ölenle ölünmez.

- Noldu emmi söylesene! Gurbanın olam bizimkilere bişi oldu deme nolur.

-Baban! oğlum baban!... Başın sağolsun.

      Salih'in elinden telefon yere düştü. Başından aşağı kaynar sular dökülmüştü. Uyanamamış gözlerini kalbine vuran sızı uyandırdı. Bir an  aklına ne yapacağım ben demek geldi ama  içine düşen ateş bu düşünce kıvılcımını bastırmıştı. İçindeki kor ateş her geçen salise daha da alevleniyor bu alev gittikçe bütün hücrelerine kanser gibi yayılıyordu. Az önce yıkık dökük duvarlara baktığında boyasızlık, bakımsızlık gören gözler artık kendini görüyordu. Bitap, harap ve bakımsız...


      Başını kaldırdığında gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Hayattaki tek dayanağı babasıydı. O olmadan ayakları üstünde nasıl duracaktı? Sonra  çocukken yere düştüğünde babasının onu kaldırışı, acılarına merhem olmaya çalışması geldi gözlerinin önüne. Dışarıdan gelen araba vızıltılarına acı bir fren sesi eşlik etti. O an yaşamakta olduğu gerçeğine isyan ediyordu.

      Bu dört duvar arasında kendisini acı çeken bir esir gibi hissetti, acı çektiği doğruydu ama esir değildi. Ayağa kalktı. Bacaklarını hissetmiyordu. Üzerinde durduğu şeylerin birer tahtadan, odundan farkı yoktu. Adımlarını korkarak atıyordu. İncecik esmer ayakları babası olmadan yere sağlam basmayı bırak adım bile atamıyordu. Git gide duvarların üstüne üstüne geldiğini fark etti.Bu kahrolası dört duvar ona babasının mezarını anımsattı bir an. Üzerine bir şey almadan  pijamalarıyla sokağa doğru koşmaya başladı. Nereye giderse gitsin babasının ölümünden duyduğu acıdan kurtulamayacaktı. Nereye baksa babasıyla yaşadığı anılar canlanıyordu gözünde. Canlandıkça içi kanıyor kendini paralıyordu.  Karşıdan 50'li yaşlarda bir adam geliyordu. Onu fark edince  yine babası geldi aklına.Bu nasıl oluyordu? Babasını zaten hiç unutmamıştı ki. Düşünceler savaşıyordu boş boş bakan gözlerinin ardında. Her düşünce binlerce farklı yere götürüyordu onu, anılara... Yüzlerce düşünce harp halindeydi kafasında.

       Gözlerinin önü kararıyor, başı dönüyordu. Babasıyla yaşadığı anılar gözünün önünden bir film şeridi gibi akıyordu. Saniyeler içinde gelişen bu olayı vücudu daha fazla kaldıramıyor, nihayetsiz bir uykuya dalıyordu...

Hiç yorum yok: