Güneş
tepelerin ardından kızıllığı yararak yükseliyordu. Yeni yeni canlanan
ayçiçekleri uykudan uyanıyor, tüm saygısıyla güneşe secde ediyordu. Ay
gökyüzünde hükümdarlığını kaybetmiş, tüm ihtişamıyla etrafı aydınlatan güneşe ''benim vaktim doldu'' diyordu.
Salih de uykunun güzel naif kollarında
kendini cennette gibi hissediyor,
rüyalar hiç bitmesin istiyordu.
Birden telefonu ambulansın acı çığlığı gibi kulak zarını patlatırcasına çaldı.
Uykunun verdiği sarhoşlukla gözlerini açmadan
eli telefonunu aradı durdu.
İkinci defa çaldığında gözlerini açtı. Yüzü turşu yemiş gibi ekşimsi bir
haldeydi. Kan çanağına dönmüş gözleri odada boş boş adımlar atıyor, küf tutmuş duvarları yalıyordu. Yıkık
dökük, kah boyalı kah boyasız duvarların
kendisinde küfredercesine bakışına mana
vermeye çalışıyordu. Birden telefonunun çaldığı beynine hücum etti. Elini kenarları hafiften eskimiş, girintili
çıkıntılı yüzeye sahip sehpanın üzerine uzatırken telefondan gelecek acı haberi tahmin etmek
bir yana aklının ucundan dahi geçirmiyordu.Arayan isme bakmamaya çalıştı her
zamanki gibi onu sesinden tanımaya çalışacak tanıyamazsa kendine ceza
verecekti. Nasırlaşmış ellerinin içine telefonu alırken binlerce çizginin
anlamsızca ellerinde dağılışına hayretle baktı.
Telefonun tuşuna hafif bir dokunuş kondurarak hemen esmer teninden
nasibini almış kulağına götürdü.
-Efendim.
-Oğlum
Salih! Ben Cemalettin Emmin köyden.
- Buyur
Cemalettin Emmi.
- Oğlum
nasılsın iyice misin?
-İyiyim emmi
çok şükür.Sen nasılsın?
-Bende
iyiyim şükürler olsun da saa bişi diyecem emme.
-Emmesi ne
Camalettin emmi.
-Oğlum sakin
olasan, metanetli olasan, bilirsin ölenle ölünmez.
- Noldu emmi
söylesene! Gurbanın olam bizimkilere bişi oldu deme nolur.
-Baban!
oğlum baban!... Başın sağolsun.
Salih'in elinden telefon yere düştü.
Başından aşağı kaynar sular dökülmüştü. Uyanamamış gözlerini kalbine vuran sızı
uyandırdı. Bir an aklına ne yapacağım
ben demek geldi ama içine düşen ateş bu
düşünce kıvılcımını bastırmıştı. İçindeki kor ateş her geçen salise daha da
alevleniyor bu alev gittikçe bütün hücrelerine kanser gibi yayılıyordu. Az önce
yıkık dökük duvarlara baktığında boyasızlık, bakımsızlık gören gözler artık
kendini görüyordu. Bitap, harap ve bakımsız...
Başını kaldırdığında gözlerinden yaşlar
dökülüyordu. Hayattaki tek dayanağı babasıydı. O olmadan ayakları üstünde nasıl
duracaktı? Sonra çocukken yere
düştüğünde babasının onu kaldırışı, acılarına merhem olmaya çalışması geldi
gözlerinin önüne. Dışarıdan gelen araba vızıltılarına acı bir fren sesi eşlik
etti. O an yaşamakta olduğu gerçeğine isyan ediyordu.
Bu
dört duvar arasında kendisini acı çeken bir esir gibi hissetti, acı çektiği
doğruydu ama esir değildi. Ayağa kalktı. Bacaklarını hissetmiyordu. Üzerinde
durduğu şeylerin birer tahtadan, odundan farkı yoktu. Adımlarını korkarak
atıyordu. İncecik esmer ayakları babası olmadan yere sağlam basmayı bırak adım
bile atamıyordu. Git gide duvarların üstüne üstüne geldiğini fark etti.Bu
kahrolası dört duvar ona babasının mezarını anımsattı bir an. Üzerine bir şey
almadan pijamalarıyla sokağa doğru
koşmaya başladı. Nereye giderse gitsin babasının ölümünden duyduğu acıdan
kurtulamayacaktı. Nereye baksa babasıyla yaşadığı anılar canlanıyordu gözünde.
Canlandıkça içi kanıyor kendini paralıyordu.
Karşıdan 50'li yaşlarda bir adam geliyordu. Onu fark edince yine babası geldi aklına.Bu nasıl oluyordu?
Babasını zaten hiç unutmamıştı ki. Düşünceler savaşıyordu boş boş bakan
gözlerinin ardında. Her düşünce binlerce farklı yere götürüyordu onu, anılara...
Yüzlerce düşünce harp halindeydi kafasında.
Gözlerinin önü kararıyor, başı
dönüyordu. Babasıyla yaşadığı anılar gözünün önünden bir film şeridi gibi
akıyordu. Saniyeler içinde gelişen bu olayı vücudu daha fazla kaldıramıyor,
nihayetsiz bir uykuya dalıyordu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder